Hatice - SABAH YILDIZI

Orta gelirli, üç çocuklu bir ailenin ortanca çocuğuyum. Annem ve babam Atatürk ilkelerine bağlı, iyi eğitim görmüş, çocuklarını seven ve bizlerin her yönden en iyi şekilde yetişmesini isteyen idealist ve laik insanlardır.

Ben üç kardeşin ortancası olarak, annemin ve babamın bizlere verdigi değeri ve bize olan sevgisini seneler boyunca hiç anlayamadım. Ailemizin şakacı üyelerinden biri olan halam seneler boyunca bana hep ablan ilk çocuk, erkek kardeşin hem erkek hem de en küçük. Annenle babanın onları sevmeye nedenleri var ama seni sevmeleri için hiç bir sebepleri yok diyerek benimle hep şakalaşırdı. Ben çocuk aklımla bunun bir şaka olduğunu hiç anlamadım, ve hiç kimse de bana gerçeği açıklama gereği duymadı. Seneler boyunca ben itilmiş ve sevilmeyen biri olarak gördüm kendimi.

Zamanla yaşamamın en büyük, hatta tek amacı annemin ve babamın sevgisini kazanmak oldu. Ben beş yaşındayken bana bakacak birini bulamadığı için annem beni öğretmen olarak çalıştığı ilkokulun birinci sınıfına götürüp orada öğrencilerle birlikte bırakmaya başladı. Ben günlerimi sınıfta oturup öğretmeni dinleyerek, evdeyse kitaplara bakarak geçiriyordum. Birgün oturmuş kitapların resimlerine ve harflere bakarken, kitapta yazılı olan önce sözcüklerin, daha sonra da cümlelerin anlamını kavramaya başladığımı farkettim. Okumayı öğrenmiştim. Annem ve babam bunu farkettiğinde evde inanılmaz bir coşku yaşandı. Bundan bir-iki hafta sonra bir gün okul müdürü müfettişle birlikte sınıfımızı ziyarete geldi. Müfettişin sorduğu soruları sınıfta benden başka hiç kimse cevaplayamamıştı. Haber anneme ve babama ulaştı ellbette. Ve ben o gün, okulda başarılı olmanın annemin ve babamın ilgisini çekmenin en kolay yolu olduğunu farkettim.

Bu buluş benim yaşamımı tümüyle değiştirdi. O günden sonra ben çok rekabetci, yasamının tek arzusu başkalarından, özellikle kardeşlerimden ve hatta kendimden bile daha iyi yapmak olan biri oldum. Seneler geçtikçe içimdeki öğrenme sevgisi ve annemin ve babamın dikkati çekmek için sürekli çabalamamın sonucu olarak okuldaki en başarılı öğrencilerden birisi oldum. Babam veteriner oldugu için yaşam bilimlerine çok düşkündü. Seneler boyunca babamla olan ilişkim annemle olan ilişkimden çok daha kuvvetli olduğu için hep babamı taklit etmek arzusu vardı içimde. Üniversite sınavlarına hazırlanırken, en çok istediğim bölümlerden birisi Biyoliji bölümüydü. Seneler boyunca babamdan biyoloji hakkinda pek çok şey öğrenmiştim. Şimdi Biyoliji bölümünü kazanıp, başarılı bir öğrenci olmak en büyük arzularımdan biriydi. Sınav sonuçları açıklandığında ilk üç tercihimden biri olan Biyoloji bölümünü kazandığımı gördüm.

Sonucu gördüğümde sevinçten kalbimin sıkıştığını hissettim. Sonunda hayatımdaki en büyük hayellerimden birisi gerçek oluyordu. Biyolojiyi kazanmıştım. Ancak annem ve babam sonucu öğrendiklerinde hiç mutlu görünmediler bana. Her ikisinin de tepkisi "eğer tıp fakültesini kazansaydın…" oldu. O anda dünyamın başıma yıkıldığını zannettim. Üniversiteye içimdeki bu buruk duyguyla başladım.

Okula başladıktan kısa bir süre sonra derslerin zenginliği benim kaygılarımı kısa sürede yitirmeme yardımcı oldu. Hergün okula büyük bir coşkuyla gidiyor, ve derslerime dört elle sarılıyordum. Zamanımın büyük çoğunluğunu ders çalışarak geçirdiğim için arkadaşlarım sık sık benimle "inek" diye dalga geçiyorlardı. Bazan ders çalışmayı bitirip eve döndügümde yatağımda maydonoz buluyordum. Çünkü arkadaşlarım eve uğradıklarında benim ders çalısmak için biryerlerde olduğumu duyunca anneme "teyze ne olur biraz maydonoz verde yatağına koyup şaka yapalım" diyor annem de bunu neşeyle kabul ediyordu. Ancak bu arada ben de olan değişikliği kimse farketmiyordu bile.

Ailem dine pek bağlı olmayan, sadece bayramdan bayrama dini adetleri yerine getiren bir aileydi. Bizim çocukluğumuz döneminde bütün arkadaşlarım yazın Kuran kursuna gider, ramazanda oruç tutar, ve teraviye giderdi. Bizim evde ise hiç bir zaman Kuran kursu ya da namaz-oruç gibi meselelerin sözü bile açılmazdı. Ben çevremizdeki insanlardan farklı olduğumuzu biliyor ve bundan çok büyük bir zevk duyuyordum. Seneler boyunca okuduğum kitapların etkisi ile ateist olmuştum. Evrenin Big Bang, yaşamın birbirini izleyen sıradan rastlantılar sonucu oluştuğuna inanıyordum. Primatlar sınıfı içinde insan harici her hayvan topluluğunda kayıtsız şartsız bir önderin olduğuna, bu önderin insan topluluklarından elimine edilmesinin bir sonucu olarak insanlarda bir boşluk duygusunun oluştuğuna ve bu duyguyu doldurmak için insanın tanrıları ve dinleri yarattığına inaniyordum. Ancak Biyoloji bölümünde derslerimi almaya başladıktan sonra geçen sürede bu inançlarım kökünden sarsılmaya başladı. Çünkü her geçen gün yaşamın ne kadar mükemmel olduğunu, ve sadece bir rastlantı sonucu oluşamayacağını anlamaya başlamıştım. Birgün zooloji laboratuvarında mikroskop karşısında hücreye bakarken içimin korkuyla karışık bir sevinçle dolduğunu ve o anda evrenin yaratıcısı yüce bir Tanrı'nın önünde durduğumu hissettim.

Kafam karma karmaşık olmuştu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Birgün büyük bir sıkıntı ile babama gittim ve bu konuda ne düşündüğümü söyledim. Babam sessizce dinledi ve yüzünü her zaman aydınlatan sevecen gülüşüyle "kızım bunda utanacak ne var. Eğer Tanrı'nın var olup olmadığından emin değilsen git araştırmaya başla cevabını bulursun. Bu dünyada cevabı bulanamayacak çok az soru vardır" dedi. Benim iki sene süren İslam dini çalışmam o dönemde başladı. Benim İslam'a olan ilgim en çok anneannemin hoşuna gitti. Hemen bana bir Kuran ve pek çok dini kitaplar verdi. Bana namuslu, hanımefendi dinine düşkün bir kızın nasıl davranması gerektiğini öğretmeye başladı. Seneler boyunca içinde zorlukla bastırdığım, erkek olamamın isyanı yavaş yavaş yüzeye çıkmaya başladı o dönemlerde. Yıllar boyunca eğer erkek olsam annemle babam beni severlerdi düşüncesinde olduğum için, her zaman erkek olmamanın sıkıntısını yaşamış ve kıyafetlerim, yürüyüşüm ve konuşmamla hep erkek gibi davranmaya başlamıştım. Arkadaşlarım hep erkeklerdi ve sokaklarda futbol oynuyor, kahvelere gidip tavla ve Okey oynuyordum. Anneannem bu davranışlarımı değiştirmenin yolunun beni İslami eğitime yöneltmek olduğunu ve benim de o dönemde İslam'a ilgi gösterdiğimi görmüştü. Bana sürekli olarak bu konuda baskı yapmaya başladı. O dönemde anneaneme haksız olduğunu İslam'ın kadın hakkında erkeklere olandan daha farklı bir öğretisi olmadığını söyledim. Böyle bir düşünceyi neden savunduğumu şu anda hatırlamıyorum bile. Ama anneannemin bana, "atma şimdi, bunu da nereden çıkardın" dediği dün gibi aklımda. Bunun üzerine ben anneannemin bana verdiği Kuran'ı ve kadının islamdaki yeri üzerine yazılmış kitapları okumaya başladım.

Okuduğum kitaplarda gördüklerim beni şaşkına çevirmeye yetmişti. Bu çalışmalarım sonucu Kuran'ın ve islamın kadını aklen ve dinen yetersiz bir yaratık olarak gördüğünü bulmak beni çok şaşırtmıştı. İslama göre kadın erkeğin her türlü istek ve kaprislerine boyun eğmek zorundaydı. Eğer kadın eşine itaatte herhangi bir kusura düşerse, hatta erkeğin kadının kusura düşeceğinden şuphe etmesi bile yeterliydi, kadının haklı olup olmadığına bakılmaksızın, dövülmesinde herhangi bir sakınca yoktu. Kuran açıkca "başkaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün" (Nisa 4:34) diyordu. Ayrıca pek çok hadis kadını aşağ:lıyordu. "Namazı (bozan) şeyler köpek, eşek, domuz ve kadın'dır". "Uğursuzluk üç şeyde vardır: karıda, evde ve atda". "Cehennem'in çoğunluğunu kadınlar oluşturur", "Kadınlar fitne kaynağidır", "Kadınlar insanın karşısına şeytan gibi çıkarlar" "Kadınlar küfürbazdırlar, nankördürler ve onları bu kötülükte geçecek bir başka yaratık yoktur", "Kadınlar arasında saliha kadın, yüz tane siyah karga arasında alaca bir kargaya benzer". Kadının bu Dünya'da aşağılanmasının yanısıra ölümden sonraki yaşamı da hiç içaçıcı değildi. Kuran açıkca cenneti tanımlarken "Şüphesiz takva sahipleri için umulanı buldukları yer, bahçeler, üzüm bağları, göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar, içki dolu kaseler vardır". Nazi-at 79:31-34. Bu sureyi okuduğum gün oturup cennete yaşamın neye benzeyeceğini düşünmeye başaldım. En çok canımı sıkan şey annemin babamı cennette yukarıda tanımlanan huri kızları ile görünce ne yapacağını düşünmek oldu. Annem ve babam seneler boyunca çok mutlu bir evlilik yaşamışlardı. Ben yıllar boyunca ikisinin tartıştıklarını bile hiç görmemiştim. Şimdi mutluluğun asıl bulunması gereken yer olan cennet annemin mutluluğuna bir tehlike getiriyordu. O gün aslında İslam'ın erkeklerin istek ve ihtiyaçlarına cevap veren bir din olduğunu ama benim karşısında hayranlıkla yarattığı hücreleri seyrettiğim yüce Tanrı ile hiç bir ilişkisi olmadığı kararına vardım. Bu Dünya'da bu tür ilişkileri yasaklayan bir Tanrı nasıl olurda cennette huri kızlarını bir ödül olarak insanlara sunuyordu? Bunu aklım bir türlü almıyordu. İki yıl süren Tanrı'yı İslam ve Kuran'da bulma çabam hayal kırıklığı ile bitmişti.

Bundan sonra son zamanlarda moda olan Hinduzim ve Budizm ile ilgili kitaplar okumaya ve zamanımı bu dinleri öğrenmekle harcadım. Hatta kısa bir süre Türklerin İslam'ı kabul etmeden önce inandıkları eski Türk dinlerini bile çalıştım. En sonunda o güne kadar çalıştığım bütün dinlerin topluma bir düzen getırmeye yarayan kurallar olduğu kararına vararak dini çalışmalarımı sona erdirdim.

Gerçekte Tanrı'nın varolmadığını keşfetmek beni çok ciddi bir bunalıma itti o dönemlerde. Çünkü, birgün öleceğimi ve ben öldüğümde herşeyin benim için yok olacağını anlamıştım. Bu dönemi atlatmanın en kolay yolunun derslerime dört elle sarılmak ve bunu unutmak olduğunu anladım. Ama bu işe yaramadı. Ben çalıştıkca içimdeki sıkıntı arttı. Sonunda okulumuzun "hızlı yaşa genç öl" zihniyetindeki grubuna katılmaya ve onlarla birlikte içki-sigara içmeye, günümü gün etmeye başladım. Ama bunlar da içimdeki sıkıntıyı atmama yardım etmedi. Hayatım bir çeşit kısır döngü içerisindeydi. Ne olduğunu bilmediğim birşeyin peşinden koşuyordum.

Bu arada üniversiteyi bitirdim. Okulun son günü şehir merkezine gidip sokaklarda avare avare yürümeye başladım. İçimde bir korku yükselmeye başlamıştı. Büyük bir olasılıkla önümde uzun bir yaşam vardı, ve ben bu yaşamla ne yapacağımı bilmiyordum. Çevremdeki insanlara baktım. Herkes kendi telaşında oradan buraya koşturuyordu. Yolda yürüyenlerden birini durdurup içinde bulunduğum durumu söylesem beni anlamayacaktı. Garip biri olduğumu düşünüyordum ama neden böyle bir düşünceye sahip olduğumu bilmiyordum. Sonunda aylak aylak yürümeyi bırakıp mağazalardan birisine girdim. Orada gördüğüm boy aynasının karşısına dikilip kendimi seyretmeye başladım. Ve sonunda aynada gördüğüm "beni" hiç de onaylamadığımı farkettim. Gözlerim yaşlarla dolmuş bir şekilde mağazayı terkettim. O gün yaşamımı değiştirip sıradan bir insan olmaya karar verdim. Herkes gibi "çalışan, para kazanıp geleceğini garanti altına almaya çalışan biri...".

O günden sonra "hızlı yaşa genç öl" grubunu bıraktım. Kendi kendime artık içki ve sigara içmeyeceğime söz verdim. Yüksek lisansa başlayıp eğitimimi en iyi bir şekilde tamamlamaya, ve iyi bir iş bulmaya karar verdim. Birkaç ay içerisinde verdiğim tüm kararları uygulamış ve yavaş yavaş yaşamımı yoluna koymaya başlamıştım ki hiç beklenmedik bir anda çok ani bir şekilde babam benim ellerimde son nefesini verdi. Öldüğünde 46 yaşındaydı. O gün benim bir parçam da babamla birlikte öldü ve mezara babamla birlikte benim de bir parçam gömüldü gibi geldi bana. Mezarlıktan döndükten sonra evimizde sessiz bir köşeye oturup düşünmeye başladım. Sanki küçük bir kedi yavrusu pençeleriyle kalbimi parça parça ediyor ve ben sessiz sedasiz ve çaresiz onu seyrediyordum. O gün oturup yaşamın anlamını bir kez daha kendi kendime sormaya başladım. Yeremya 2:13 derki: "Çünkü kavmim iki kötülük işledi; beni, diri suların kaynağını, bıraktılar da, kendilerine sarnıçlar, su tutmayan çatlak sarnıçlar kazdılar."" Yeremya 2:13. O zamanlar bunun farkında değildim ama yüreğim aynı çatlak bir kuyu gibiydi. Ve ben yüreğimin susuzluğunu taşıma su ile gidermeye çalışıyordum. Ama bu çaba sonuçsuz kalıyordu.

1992 yılında yurtdışında doktora olanağı sağlayan bir burs kazandım. O dönemde neredeyse doktoramı bitirmek üzereydim, ama yine de herşeyi--doktoramı, işimi, evimi bırakıp Amerika Birleşik Devletlerine taşınmaya karar verdim. Eylül başında tüm hayatımı iki bavul içerisine paketleyip Amerika'ya taşındım.

Başlangıçta Amerika'yı hiç sevmedim. Hatta nefret ettim bile diyebilirim. Ben İngilizce bilmiyordum. Yaşam çok farklıydı Amerika'da. Geceleri yatağımda gözlerimi tavana dikip hayatımın bir muhasebesini yapmaya ve kendi kendime "ben buraya neden geldim" diye sormaya başladım. İşin garibi bir cevap bulamamamdı. Okul, para, eğitim... hiç biri gerçek sebep değildi. Bulabildiğim tek sebep macera isteği olduğuydu.

Yüz yüze geldiğim en önemli sorun İngilizce bilmedigim için insanlarla anlaşamamdı. Derdimi hiç kimseye anlatamıyor ve arkadaşsızlık sıkıntısı çekiyordum. Bir ara geri dönmek istedim ama herkesin "yapamadığı için geri döndü" diye arkamdan konuşacağını bildiğim için bu kararı hemen elimine ettim. Bu arada yurdun yemekhanesinde birkaç kişiyle tanıştım. Kısa surede iyi arkadaş olduk. Çok zeki ve yardımsever insanlardı. Dikkatimi çeken konu çok dindar olduklarıydı. O dönemlerde ben zeki insanların dindar olmayacağına inanıyordum. Bana her konuda çok yardımcı oldukları için ben de onlara yardımcı olmaya karar verdim. Ben karşı çıkacagım herşeyi iyi bilmem gerektiğine inandığım için önce İncil'i okuyup hatalarını bulmaya sonra da bunları arkadaşlarıma göstermeye karar verdim. Bana bir İncil vermelerini istediğimde bana Türkçe, İngilizce, pekçok İncil getirdiler. Seneler boyunca dört farklı İncil olduğunu öğrendiğim için ilk iş olarak bu İnciller'in hangisine inaniyorsunuz diye sordum. Yanıt çok basitti: "Hepside aynı!" Ne demek istediklerini o anda anlamamıştım. Ama bana yalnızca bir İncil olduğunu ve Tanrı'nın sözünün değiştirilemeyeceğini söylediklerinde verecek bir cevap bulamadım. Sonunda İncil'i okumaya başladım. Önceleri soru listesi yapıyor ve arkadaşlarıma zor dakikalar yaşatmaya çalışıyordum. Ama günler geçtikçe ve benim İncil çalışmam ilerledikce İncil'in ve İsa'nın benim günlük yaşamımın bir parçası olduğunu, ve senelerdir aradığım huzurun yüreğimde yeşermeye başladığını gördüm. Ayrıca İncil'de olan baska hiç bir dinde görmediğim dört eşsiz nokta beni çok etkiledi:

Bunlardan birincisi İsa'nin "ben Tanrı'ya giden tek yolum" demesiydi. Öbür dinlerin hepsi Tanrı'ya başka yollarla da ulaşılabileceğini söylüyordu. Bu da beni "hangisini izlememiz gerektiğini nereden bileceğiz" sorusuyla başbaşa bırakıyordu. İncil'de gördügüm bu güven ve kesinlik bana da bir içgüdüsel güven verdi.

İkinci önemli nokta İncil ve Hristiyanlik günah konusunu çok farklı bir şekilde ele alıyordu. İncil Tanrı'ya iman ettiğim takdirde günahlarımın affedileceğini söylüyordu. Bütün öteki dinlerde günahların bedelini bir şekilde ödemek gerekiyordu. Ben günahın gerçek anlamını anladığım zaman bunların bedelini ödeyemeyeceğimi de anlamıştım. Benim affedilmeye ihtiyacım vardı.

Üçüncü önemli nokta cennete gitmek benim ne kadar çalıştığıma ve ne yaptığıma bağlı değildi. Seneler boyunca ben daha iyi yapmak mutluluğu ve iç-huzuru kazanmak için çabalamış ama sonunda bunun benim çabamla olamayacağını görmüştüm. Şimdi İncil'de gördüğüm, Tanrı'nın bana "ben sana o huzuru vereceğim, senin uğraşmana gerek yok" dediğiydi.

Dördüncü önemli nokta ise Tanrı'nın beni ben olduğum için sevdiği, benim Tanrı'nın sevgisini kazanmak için hiç birşey yapmaya gereksinimim olmadığı idi. Bu benim ömrümde ilk kez karşılıksız sevgiyle karşılaşmamdı.

Bu dört önemli nokta bana Hristiyanlığın Yüce bir Tanrı dini olduğunu, insanlar tarafından yapılmış bir din olmadığını gösterdi. Birgün İncil'i okurken Yuhanna 15:16 dikkatimi çekti. "Siz beni seçmediniz, ben sizi seçtim. Gidip meyve veresiniz, meyveniz de kalıcı olsun diye sizi ben atadım. Öyle ki, benim adımla Baba'dan ne dilerseniz size versin." Bu surenin ilk bölümü benim çok dikkatimi çekti. "Siz beni seçmediniz ben sizi seçtim.." Aylar boyunca kendi kendime sorduğum sorunun cevabının burada gizli olduğunu biliyordum şimdi. Kendi kendime neden Amerika'ya geldim diye soruyor ama bir cevap bulamıyordum. En sonunda Tanrı'nın beni seçip Amerika'ya getirdiğine ve burada kendisini tanımama firsat verdiğine inandım. Ve o gün dua edip İsa'yi kurtarıcım olarak kabul ettim.

O gece oldukça huzursuz bir şekilde uyudum. Sabahın erken saatlerinde gözlerimi tavana dikip düşünmeye başladım. Kararımı vermiştim. Geçirdiğim sıkıntılı dönemler sonucu Amerikan kültürü tarafindan asimile oluyordum. İmanımın gerçek olabileceğine inanamıyordum. Sonunda gözlerimi kapayıp, "bekleyip göreceğiz bakalım" dedim. Bundan üç ay kadar sonra çok ilginç bir olay oldu. İncil'i okurken gördüğüm bir sure bana seneler önce görmeye başladığım ve yıllar boyunca nerdeyse her iki ayda bir gördüğüm bir rüyayı anımsattı. Bu rüyayı ilk kez 12 yaşındayken görmüştüm. Çok karanlık, ay ışığının olmadığı bir gece, okyanusta yüzüyordum. Uzun bir süre yüzdükten sonra gökyüzüne baktım. Karanlığın içinde aniden çok parlak bir Yıldız göründü ve ben gözlerimi kapayıp bir dilek tuttum. Dileğim "Sabah Yıldızı bana yaşamın sırrını ver" idi. O gün uyandım, evdekilere rüyamı anlattım. Hiç kimsenin umrunda bile olmadı. O kadar önemli birşey değildi zaten. Birkaç ay sonra ben bu rüyayı tekrar gördüm. Ve bu rüya seneler boyunca benim gecelerimin bir parçası oldu. Birgün İncil'i okurken şu sureyi gördüm: " Ben İsa, inanlı topluluklarıyla ilgili olan bu tanıklığı sizlere iletsin diye meleğimi gönderdim. Davut'un kökünden ve soyundan olan ben'im, parlak Sabah Yıldızı ben'im." O gün ben İsa'nın seneler boyunca benim rüyalarıma girdiğini ve kendisini bana gösterdiğini anladım. Ve en önemlisi de ben rüyamda İsa'ya bir istekte bulunuyordum; "bana yaşamın sırrını öğret", ve İncil'de İsa bize yaşamın sırrını veriyordu. O gün bugündür imanımın gerçek olup olmadığı konusunda hiç kuşkuya düşmedim!

İsa imanlisi olduktan sonra yaşamım çok önemli bir şekilde değişti. Başlangıçta ailem çok kızgındı ve beni reddetti. Ama geçen yıllar boyunca Tanrı'nın beni nasıl değiştirdiğini gördüklerinde hepsi de bunun benim başıma gelebilecek en iyi şey olduğunu düşünmeye başladılar. Bundan üç sene önce birgün annemle konuşurken annem bana ben ilk hristiyan olduğumda kızını kaybettiğini düşündüğünü ama şimdi daha iyi bir kızı olduğunu söyledi. Seneler boyunca annemin beni sevdigine hiç inanmamış ve bunun için annemi hiç affetmemiştim. Ama bugün annem benim en iyi arkadaşım. İçimdeki kavga tümüyle dindi şimdi. Onun yerine bir huzur ve sevgi var kalbimde. Affetmeyi, yaşama olumlu olarak bakmayı, başkalarını sevmeyi, ve yaşamın zevkini çıkarmayı öğrendim.

Bunun yanı sıra pekçok zorluklarla karşılaştım. Arkadaşlarım beni reddediler. Pekçok hakaret ve ayrıca okulum, bursum, ve pasaportumla ilgili pekçok zorlukla yüz yüze kaldım. Yaşamım birbuçuk yıl sureyle tümüyle bilinmezliklerle doluydu ve sorunlar sanki çözümlenemeyecek gibi görünüyordu bana. Bu dönemlerde insanlar sık sık bana "değer mi" diye sordular. İşin gerçeği bu soruyu pekçok kereler ben kendi kendime de sordum. Birgün düşünürken aklıma çocukken kendi kendime oynadığım bir oyun geldi. Benim ilkokul yıllarımda kardeşlerim ve ben yaz aylarını anneannemin evinde geçirirdik. Birgün, sanırım ben 5-6 yaşlarındaydım, sabah kalktığımda yüzümün ve yatağımın tümüyle sakıza bulanmış olduğunu gördüm. Bugüne kadar bu sakızın nereden geldiğini hala çözmüş değilim. Çünkü çocukluk yıllarımda dahil olmak üzere tüm ömrüm boyunca ben sakız hiç sevmedim ve çiğnemedim. Hemem teyzeme koşup haber verdim. O dönemlerde ne zaman aksi birşey olsa ben hep ablamın sorumlu olduğuna inanırdım. Teyzem, doğal olarak, beni dinlemedi bile. Bana yatağa sakızla gittiğim için kızıp elimi yüzümü temizlemeye başladı. Bense sürekli "teyze, ben sakız çiğnemem ama" dedim ama teyzem beni dinlemiyordu. Ben aramızdaki bariyeri farkedince sezsiz sedasız teyzemin beni temizlemesine izin verdim ama kafamda da bir hayal kurmaya başladım. Bunun bir rüya olduğuna emindim. Ben bir-iki saate kadar uyanacaktım ve herşey yolunda olacaktı. Ama uyanmadım. Seneler sonra babam öldüğünde yine aynı duyguya kapıldım. Sanki hala o rüyanın içindeydim. Sabaha 5-6 yaşlarında küçük bir kız çocuğu olarak uyanacaktım ve babam bizimle birlikte olacaktı. O gün de uyanmadım elbette. İşte İsa'yi izlemeye karar verdikten sonra, bütün bu zorluklarla savaşırken, birgün yine aynı duyguya kapıldım. Belki de bu bir rüyaydı ve ben 5-6 yaşlarında bir kız çocuğu olarak uyanacaktım ve herşey yoluna girecekti. O anda aklıma gelen şey eğer bu doğru ise uyandığımda yalnız sorunların değil, İsa'ya olan imanım ve O'nunla olan ilişkimin de yok olacağını farkettim. O zaman bu zorlukların hepsine değdiği ve bütün bu zorlukları hatta daha fazlasını yaşamaya hazır olduğumu anladım. Sizler için duam bunu kendi yaşamınızda tatmanızdır.

Sevgiyle.

Hatice